TÜRKİYE'NİN ÇEVRE SORUNLARI
Türkiye'nin çok yönlüdür. Çok genel terimlerle ifade edilecek olursa; endüstriyel kirlenme daha çok Ege ve Marmara Bölgelerinde, tarımsal kirlenme Orta Anadolu ve Akdeniz Bölgelerinde yoğun olarak yaşanmaktadır. Nüfus artışına bağlı olarak karşılaşılan altyapı yetersizliği sorunları ise daha çok büyük şehirlerde, özellikle de İstanbul, Ankara, İzmir, Adana ve Bursa gibi kentlerimizde görülmektedir. Akarsu kirliliği yoğun bir biçimde Ege ve Marmara Bölgelerinde, deniz kirliliği Marmara Denizinde çok yoğun olmak üzere Ege, Marmara ve Karadeniz'de, hava kirliliği ise İstanbul, Eskişehir, Erzurum gibi yerleşim yoğunluğu yüksek kentlerde görülmektedir. Bir zamanlar havası en kirli şehir olan Ankara'nın doğal gaz sayesinde hava kirliliği kontrolünde sağladığı başarı takdire şayandır. Türkiye’nin çevre sorunları Türkiye Çevre Vakfı tarafından detaylı raporlar halinde sunulmaktadır. Çevre Bakanlığı ile çeşitli gönüllü çevre kuruluşlarından derlenen bilgilere göre, ülkemizdeki çevre kirliliği sorunları şöyle sıralanabilmektedir: Denizler: İstanbul, İzmir, İzmit, Aliağa, Gemlik, Fethiye, Bodrum, Zonguldak, Sinop ve Yalova kıyılarında deniz kirlenmesi. Yüzeysel Sular: Başta Sakarya nehri olmak üzere Porsuk, Bakır çay, Gediz, Büyük Menderes, Küçük Menderes, Melen, Kızılırmak, gibi akarsularda yoğun kirlilik. Diğer taraftan Manyas, Gölcük, Sapanca, Küçükçekmece, Kuş Gölü ve Tuz Gölü büyük kirlilik tehdidi altındadır. Hava: Ankara ve İstanbul'da hava kirliliği azalırken, gelişen kentlerde, özellikle sanayi tesislerinin etkisiyle hava kirlilikleri gözlenmektedir. Kalitesiz kömür yakılması, düzensiz kentleşme, yeşil örtünün azalması ve egzoz gazlarından kaynaklanan hava kirliliği, kentlerde yaşayan insanların sağlığını olumsuz yönde etkilemektedir. Termik santraller yakın kentleri kirletmekte ve bölgenin bitki örtüsünü tahrip etmektedir. Toprak: Termik santraller, kirli sular ve tarım ilaçları toprak kirliliği oluşturmaktadır. Karabük ve çevresi, Yatağan ve çevresi, Malatya, Soma, Göktaş, Erzurum, Kayseri, Eskişehir, İzmit, Konya Ovası, Sarayköy ve Germencik tehlike altında yörelerdir. Ülkede oluşan kirlilik nedeniyle ovalarda verim azalmakta ve besin zinciri yoluyla insanlara ulaşmaktadır. Gürültü: İstanbul bir "gürültü kent" olarak tanımlanırken, bu ili Ankara, Kocaeli, Antalya, İzmir ve Gaziantep izlemektedir. Bu olumsuz durum, kişilerde çeşitli ruhsal sorunlara yol açmaktadır. İklim Değişikliği: Türkiye'de gerek yerel koşulların değişmesi, gerekse dünyadaki küresel ısınma nedeniyle oluşan iklim değişikliğinin çeşitli sonuçları gözlenmeye başlamıştır. Bunun ötesinde Türkiye, küresel ısınmanın potansiyel etkileri bakımından, riskli ülkeler arasında yer almaktadır. Bu durum, orman yangınlarında artışlara, çölleşmeye ve yağmur yağışlarında dengesizliğe yol açmaktadır.
3.5. YAŞAM KALİTESİ VE ÇEVRE
Çevre canlı ve cansız her şeyi kapsamakta, biyofiziksel ve sosyokültürel unsurlar içermektedir. Bunlardan birincisi insanın biyolojik ve fiziksel yanını, ikincisi ise insanın ekonomik, politik ve entelektüel aktivitelerini kapsamaktadır. Bu iki unsur birbirleriyle ilişkili ve birbirinin ayrılmaz parçasıdır. Yaşam kalitesi karmaşık bir kavram olup, insanların yetiştiği sosyokültürel ortam, dini inançlar, kişisel tercihler ve yaşam felsefesiyle ilişkili olarak kişiden kişiye değişmektedir. Ancak gene de yaşam kalitesi için belli bir materyal standarttan söz etmek mümkündür. Bir tanıma göre yaşam kalitesi mutlu yada doyumlu olma duygusuyla ölçülmektedir. Burada mutluluktan kastedilen bir anlık sevinç duygusu değil, yaşamın doluluğundan kaynaklanan doyumdur. Biyofiziksel ihtiyaçlar: Bunlar bireyin yaşamını sürdürmesi ile ilişkili olup; besin, sığınma, giysi, ilaç, su, hava gibi ihtiyaçlarını kapsamaktadır. Halen dünya nüfusunun %25'inin bu temel bu temel ihtiyaçları karşılanamamaktadır. Psikososyal ihtiyaçlar: Eğitim, iletişim, ulaşım, güvenlik, dinlence ve diğer hizmetleri kapsamaktadır. Bireysel duygu ihtiyaçları ise insandan insana değişmekte ve şöhret, refah, işinde yükselme ya da diğerleri tarafından kabul edilme gibi kavramları kapsamaktadır. Örneğin kimisi başbakan olmayı hayal ederken bir diğeri büyük bir araba ve konforlu bir ev ile doyum sağlamakta, bir başkası ise sevecen bir aile ortamı 4. KİRLİLİK KAYNAKLARI Kirlilik kaynaklarını çeşitli şekillerde sınıflandırmak mümkünse de en yaygın sınıflandırma; evsel, endüstriyel ve tarımsal şeklinde olandır. Kirleticilerin niteliklerine göre atıkların sınıflandırılması sıvı, gaz ve katı atık şeklinde yapılmaktadır. Genelde hava kirlenmesi gaz atıklardan, su kirlenmesi sıvı atıklardan ve toprak kirlenmesi katı artıklardan kaynaklanmakla beraber, mutlaka bu şekilde olmayabilmektedir. Mesela, akarsularda katı atıklar yüzebilmekte, ya da havada asılı partiküller bulunabilmektedir.
EVSEL ATIK SULAR Evsel atık sular, suyun evlerde (mutfak, banyo ve tuvalette) kullanımından sonra ortaya çıkan ve organik madde, deterjan (organik madde olmakla beraber insan orijinli organik maddeden farklıdır), mikroorganizma, azot ve fosfor gibi bileşenleri içeren sulardır. a) Organik madde: Evsel atık sular, büyük bir organik kirlilik yükü içermekte ve bakteriler yardımıyla ayrıştırılmaktadır. Ayrışma olayı sırasında sudaki diğer canlılar için de gerekli oksijen tüketilir. Bunun sonucunda, suyun oksijen yoğunlaşma, dolayısıyla kalitesinde bir düşme görülür. Alıcı su ortamına verilen organik kirlilik yükü aşırı miktarlarda değilse, su bir süre sonra, yeniden oksijen kazanarak kirlenmeden önceki durumuna döner. Başka bir deyişle kendi kendini temizler. Atalarımızın "akarsu pislik tutmaz" deyişi; akarsuların akışı sırasında burgaçla hızlı bir şekilde oksijen kazanmaları ve zaten atasözünün ortaya çıktığı dönemlerde fazla miktarda olmayan kirliliği, kendi kendini temizleme (doğal arıtma) kapasitesi içinde yok etmelerinden kaynaklanmaktadır. Ancak, günümüz koşullarındaki yoğun kirlilik boşaltımı; birçok akarsuların kendi kendini temizleme yeteneğinin yetersiz kalması olgusunu beraberinde getirmiştir. Boşaltımın yapıldığı su ortamına gelen kirlilik yükünün yüksek olması durumunda, oksijen yoğunlaşmayı, balık yaşamı için sınır değer olarak kabul edilen 4 mg/l'nin altına inebilir. Bu durumda balık göçleri ya da ölümleri başlar. Aşırı oranda organik madde içeren su kütlelerinde, çözünmüş oksijenin tamamı tükendikten sonra bile hala organik madde kalabilir. Böyle durumlarda ortam anaerobikleşerek, oksijensiz ayrışma başlar. Bu tür ayrışmanın son ürünleri; metan (CH4), hidrojen sülfür (H2S) ve amonyak (NH3) gibi kötü kokulu ve zehirli gazlardır. Ülkemizde bazı akarsu ve denizlerin çok kötü kokular yaymasının nedeni budur. Evsel atık suların içerdiği maddelerin bir diğer olumsuz etkisi ise, organik madde ayrışmasından sonra ortaya çıkar. Ötrofikasyon (aşırı beslenme) olarak isimlendirilen ve aşırı alg üremesi şeklinde kendini gösteren bu olayda organik madde sonuçta alge dönüşse de, çevresel etkileri olumsuzdur. Organik maddenin ayrışma ürünleri olan azot ve fosfor bileşikleri su ortamlarına aşırı alg üremesine ve aşağıdaki olumsuz etkilere yol açmaktadır:
su bulanıklaşır, güneş ışınlarının alt tabakalara inememesi sonucunda alt tabakalar oksijensiz kaldığından dipte havacıl yaşam durur, aşırı miktarda çökelme sonucu sığlaşma ve karalaşma olayı başlar. Bu olaylar suyun büyük ölçüde değer kaybetmesine neden olduğundan ötrofikasyonun önlenmesi gerekmektedir. Özellikle körfez ve göller, ötrofikasyona çok hızlı bir biçimde maruz kalmaktadırlar. Bünyesine aldığı kirliliği kolayca uzaklaştırma imkânı bulunmayan göller, kirlenmeye an açık su kütleleridir. İsviçre ve Finlandiya gibi gölleri ile tanınan ülkeler ötrofikasyon kontrolü konulu araştırma ve uygulamalar yapmaktadırlar Ülkemizde, İzmir Körfezi ve İzmit Körfezi de dahil olmak üzere, ötrofik durumda pek çok su kütlesi bulunmaktadır. Ülkemiz göllerinin önemli bir bölümü ötrofikasyona uğramış durumdadır.
b) Mikroorganizmalar: Evsel atık suların arıtılmaksızın su ortamlarına boşaltılmasının bir diğer önemli etkisi mikro biyel kirlenmedir. İnsan ve hayvanlardan dışkılarla çok sayıda patojen (hastalık yapıcı) mikroorganizma atıldığından ham atık su ve otlaklardan süzülen sular patojen içermektedir. Patojenler hastalığı almış insanlardan idrar ve dışkı yoluyla atılmaktadır. Patojeni almış kişilerin hastalık belirtisi göstermesi şart değildir. Bazı kişiler bir hastalığın mikrobunu aldıktan sonra yaşamları boyunca hastalık yapan mikrobu hiçbir hastalık belirtisi göstermeden barındırabilirler. Bu insanlara portör (hastalık taşıyıcı) denilmektedir. İnsanlar arasında hastalığın taşıyıcılığını yapan kişi sayısı çok küçüktür. Örneğin, tifodan iyileşen insanların % 2-4 kadarının, Salmonella typhi adı verilen ve tifoya neden olan bakteriyi taşımaya devam ettikleri bilinmektedir. Benzer şekilde, insan nüfusunun yaklaşık % 2-10 kadarı vibrio kolera taşıyıcısıdırlar. Bazı durumlarda portör taşıdığı organizmanın neden olduğu hastalığı geçirip geçirmediğinin farkında bile olmamaktadır. Portörün dışında, herhangi bir anda hasta olan yada hastalıktan iyileşmekte olan insanlar da çok büyük sayıda hastalık yapıcı organizmaları atmaktadırlar. Bu insanlar patojenleri geçici bir süre için taşırlar. Hayvanlar da, insanlar için hastalık yapıcı mikroorganizmalarla enjekte olabildiklerinden, insan hastalıkları için taşıyıcı olabilmektedirler Sonuç olarak her su kütlesinde bir miktar patojen bulunmaktadır. Bu nedenle içme sularının sürekli olarak patojenler açısından denetlenmesi ve belli bir yoğunlaşma altında tutulması gerekir. Suda hastalık yapıcı organizmaların belirlenmesi zor ve zaman alıcı olduğundan bir su kütlesinin mikro biyel açıdan emniyetli olup olmadığının belirlenmesi için koli form bakteri analizi yapılmaktadır. Ülkemiz standartlarına göre içme sularında 0 E.Koli/100 ml, yüzme amacıyla kullanılacak sularda ise 1000 E.Koli/100 ml limitleri belirlenmiştir. İçme sularının emniyetli olabilmesi için, dünyanın birçok bölgesinde su dağıtılmadan önce dezenfeksiyon işlemine tabi tutulmaktadır. Dezenfeksiyon işleminin yapılmaması ya da yetersiz kalması durumunda çeşitli salgın hastalıklar ortaya çıkabilmektedir. Suların dezenfeksiyonu (patojen organizmaların uzaklaştırılması) milattan öncelere kadar uzanmaktadır. O zaman dahi suyun güneş ışığında bekletilmesinin su kalitesi için olumlu bir işlem olduğu bilinmekteydi. Ülkemizde dezenfeksiyon işleminde en çok kullanılan madde klordur. Klorun içme suyu ve atık sularda kullanımı, suda birçok organik ve anorganik reaksiyonlara yol açmaktadır. Her ne kadar bu reaksiyonlar sonucu oluşan maddelerden bazılarının kanser yapıcı olduğuna dair bir çok araştırma mevcutsa da; klor, ekonomik olması nedeniyle yanlız ülkemizde değil, gelişmiş birçok batı ülkesinde de yaygın olarak kullanılmaktadır. Bazı ülkelerde klordan çok daha pahalı olan, ancak zararlı ürün oluşturmayan ozon kullanımına geçilmiş bulunmaktadır.
c) Deterjanlar: Evsel atık suların arıtılmaksızın çevre ortamlarına verilmesinin bir diğer önemli etkisi deterjanlardan kaynaklanmaktadır. Her ne kadar deterjanlar endüstri atık sularında da bulunabilmekteyse de temel kaynak evsel atık sular ya da evsel nitelikli atık sulardır (işyerlerinin mutfak, banyo ve tuvaletlerinden kaynaklanan sular). Yüzey aktif maddelerin çevreye ve arıtma tesislerine çeşitli olumsuz etkileri bulunmaktadır. Bu etkiler aşağıdaki şekilde özetlenebilir. İçme sularının kalitesine etki İçme suyu arıtma tesislerinin çalışması üzerine etkiler Atık su arıtma tesisleri üzerine etkiler Yüzeysel sulardaki canlılara etkiler ve köpük oluşumu Toprak ve yer altı suyu üzerine etkiler İçme sularında anyonik deterjan aktif maddeleri için Dünya Sağlık teşkilatınca önerilen ve Türkiye'de TS 266 İçme ve Kullanma Suları Standardı ile belirlenen limit 0.5 mg/l'dir. Bu limitin amacı insan sağlığının korunması yanında köpük oluşumu ve tat ve kokularının önlenmesidir. İçme suyu kaynaklarında deterjan konsantrasyonları bu limitin genelde çok altında bulunmaktadır. Bu düzeylerde köpük oluşumu ve tad ve koku açısından bir sorun ortaya çıkmamaktadır. Deterjanlardan katyonik deterjanların toksisitesi daha yüksek olmakla beraber, daha az miktarda kullanılmaları nedeniyle, su ortamlarında anyonik deterjanlar tarafından hızla nötralize edilip toksisitelerini kaybederler. Deterjanlar içerdikleri fosfor nedeniyle ötrofikasyon (aşırı alg üremesi) oluşumuna yol açtıklarından su kirliliği açısından büyük önem taşımaktadırlar. Fosforlu deterjanların %40’1 fosfat olup, bu deterjanlarla ortalama 4 g/kişi-gün fosfor atılmaktadır. Ötrofikasyon kontrolü amacıyla fosforsuz deterjanlar da geliştirilmiştir. Yüzey aktif maddeler, arıtma tesislerinde köpük oluşturdukları için tesisin oksijen kazanma verimini olumsuz yönde etkilemektedirler. İzmir’de yeraltı sularında yapılan ölçümler, bu suların yüksek oranda deterjan içerdiğini ortaya koymaktadır. Çeşitli semtlerden alınan kuyu sularında yapılan analizler, deterjan konsantrasyonlarının 0.262 ile 1.54 mg/l arasında değiştiğini göstermiş, kuyuların % 66'sında deterjan konsantrasyonunun Dünya Sağlık Teşkilatı tarafından verilen limit değerin üzerinde olduğu belirlenmiştir (Doğan, 1987).
ENDÜSTRİYEL ATIKLAR
Her türlü endüstri atıklarının, su ortamlarına boşaltılması, çevresel açıdan, evsel atıklara oranla çok daha büyük bir tehlike oluşturmaktadır. Endüstri atık suları genelde, debi ve içerdiği kimyasal maddelerin bileşimi yönünden büyük salınımlar gösterir. Su kalitesi gerek ayni bir endüstri için zaman içerisinde, gerekse endüstriden endüstriye büyük farklılıklar gösterir. Ayrışmaz ya da güç ayrışabilir türden maddelerin yanı sıra toksik bileşenleri de içerebilen bu atık sular, zaman zaman çok kuvvetli (kirlilik konsantrasyonu yüksek) nitelik arz ederler. Bazı durumlarda renkli, yüzer madde, köpük gibi maddelerin bulunması, suyun yanlızca estetik açıdan kullanımı imkanını bile ortadan kaldırabilmektedir. Arıtılmamış sanayi atıklarının alıcı ortamlara verilmesi genelde önem taşımakla beraber, özellikle göllere ve barajlara su taşıyan akarsulara boşaltılmaları çok daha önemlidir. Çoğunlukla yalnızca dezenfeksiyon işleminden geçirilerek halka iletilen suların, her türlü kirlenmeye karşı çok iyi korunması gereği ortadadır. Ancak, ne yazık ki bazı durumlarda içme suyu temin edilmesi öngörülen bir su kaynağı endüstriyel atık sular için alıcı ortam olabilmektedir. Endüstriyel atıksu içerisinde bulunabilen toksik maddeler, sudaki canlı yaşamının kısa sürede tükenmesine yol açmakta, bir sanayicinin İzmir yapımı bir televizyon programında söylediği gibi "yılan çıyan hiçbir şey bırakmayarak büyük yararlar sağlamaktadır!". Canlıları öldürmeyecek düzeydeki toksik maddeler, bünyeden kolaylıkla uzaklaştırılamadıkları için besin zincirine girerek insana kadar ulaşabilmektedir. Bu tür birikim gösteren maddelerin uzun vadede kanserojen etkisi pek çok araştırmaya konu olmuş, günümüzde ise bir kısmının kanserojen olduğu kesinlik kazanmıştır.
Çevresel açıdan önemli bazı kirleticiler a) Atık ısı: Bazı endüstrilerden ve tüm termik santrallardan atılan atık ısı su ortamlarına ulaştığında, sudaki yaşamın hassas dengesini bozmaktadır. Isıl kirlenme, su ortamında yaşayan türleri etkilemekte ve yumurtaların, henüz besin hazır olmadan açılmasına neden olarak neslin devamını güçleştirmektedir. Özellikle yaz aylarında su ortamında yaşayan organizmalar, zaten çevredeki ısı nedeniyle kronik bir stres altında bulunurlar. Böyle durumlarda sıcaklığın yapay etkilerle daha da artırılması bazı organizmalar için ölümcül olmaktadır. Sıcaklık artışı, aşağıdaki mekanizmalarla oksijen yönünden de sorunlar yaratmaktadır:
a) Sıcaklık artışına paralel olarak sudaki organizmaların solunum gereksinimi de artar, b) Oksijenin sudaki çözünürlüğü azalır, c) Suda tabakalaşma oluşturarak, ya da var olan tabalaşmayı daha da belirginleştirerek alt tabakanın oksijenlenmesine engel olur.
Atık ısının su kütleleri üzerine olumsuz etkilerinin azaltılabilmesi için termik santrallardan çıkan sular soğutma kulelerinde soğutulmaktadır.
b) Tehlikeli Maddeler: Ülkemiz sanayileşme yolunda büyük aşamalar katetmiş olup bu gelişme halen devam etmektedir. Gelişmişliğin bir göstergesi olan sanayileşmenin ülke refahına olan katkısını inkar etmek mümkün değildir. Ancak, sanayiden kaynaklanan çevre kirliliğinin göz ardı edilmesi, bazı durumlarda önemli sağlık riskleri oluşturmaktadır. Tehlikeli maddelerin en önemli özellikleri; yanıcı olmaları (alev alma noktası < 60C), koro sif olmaları (çeliği yılda 6.35 mm'den daha fazla korozyona uğratabilen maddeler), reaktif olmaları (hızlı reaksiyon vermeleri) toksik (zehirli) olmalarıdır.
Bir maddenin toksik olup olmadığı LD50 değeri (test deneklerinin (fare, balık vd.) %50'sinin öldüğü doz) ile belirlenebilmektedir. Tehlikeli atıkların adı ve tanımı ülkeden ülkeye çok büyük değişim göstermektedir. "Özel atıklar", "tehlikeli atıklar", "tehlikeli ve zararlı atıklar", "zehirli atıklar" gibi pek çok farklı isim altında ele alınan bu atıklar; birçok ülkede kabul edildiği şekliyle aşağıdaki grupları içermektedir:
Metal ve ağır metaller: alüminyum, antimuan, arsenik, berilyum, kadmiyum, krom, bakır, kurşun, magnezyum, cıva, nikel, talyum, çinko.
Asbest
Boya atıkları
Fenol içeren atıklar
İlaç sanayi atıkları
Halojenürlü solventler
Klor
Kükürt içeren atıklar
Organik peroksitler
PCB'ler
Pestisitler
Rafineri atıkları
Siyanürler
Bu maddeler; toksik, patlayıcı, yanıcı ya da tahriş edici özelliklere sahip olduklarından özel bir takım önlemler alındıktan sonra üretilmeleri, saklanmaları, taşınmaları, arıtılmaları ve uzaklaştırılmaları gerekmektedir. Tehlikeli atıkların bir kısmı hastanelerden kaynaklanmakta ve tıbbi atık olarak nitelendirilmektedir.
d) Siyanür: Siyanür, ülkemizdeki altın madenleri nedeniyle son yıllarda gündemde kalan bir madde olduğundan aşağıda detaylı olarak açıklanmıştır:
Demir siyanür kompleks iyonları oldukça kararlı olup, toksik değildirler. Toksisite (zehirlilik) ancak uzun süre beklemiş sularda görülür. Diğer taraftan, sodyum ve potasyum siyanürler, suda çözünebilme özellikleri nedeniyle çok tehlikelidirler. Siyanürün en zehirli şekli HCN’dir.
Siyanürler birçok bitki ve hayvanın bünyesinde bulunup metabolik ara ürünleri olarak ortaya çıkarlar. Bu bileşiklerden en önemlisi "amygdalin" adı ile bilinen bileşik olup, kiraz, kayısı, ayva, kuru üzüm, meyve ve çekirdeklerinde fındık ve ceviz gibi sert meyve tohumlarında bulunur.
Endüstriyel işlemler sonucu çevreye verilen siyanür bileşikleri gaz, sıvı ve katı ortamında bulunanlar şeklinde sınıflandırılabilir. Gaz ortamında bulunanlar arasında en önemlisi HCN gazı olup kok ve havagazı fabrikalarında, petrol rafinerilerinde ve petrolün damıtma işlemi sırasında ortaya çıkar. Siyanür ve bileşiklerini sıvı halde bulunduğu endüstri alanları şu şekilde sıralanabilir.
Petrol rafinerilerinde kraking işlemi ile oluşan ve soğutma sularıyla ortama verilen serbest, basit ve kompleks siyanürler
Kok ve havagazı fabrikalarında koklaşma fırınlarında oluşan yıkama sularıyla ortama verilen siyanür bileşikleri
Maden işletmelerinde cevher zenginleştirme ve geliştirme amacıyla kullanılan kompleks siyanür bileşikleri
Metal sanayinde; maden işleme, eritme fırınlarından ortama verilen siyanür bileşikleri
Tekstil sanayinde boyalarda kullanılan kompleks siyanür bileşikleri
Renkli fotoğraf ve film banyosu yapan laboratuarlarda renk geliştirme ve sabitleştirme işlemi için kullanılan kompleks siyanür bileşikleri
Plastik, polimer ve sentetik kauçuk yapımında kullanılan basit siyanürler
Meyve ve tohum işleyen tesislerde oluşan serbest siyanürler
-Siyanür bölüm 2-
İlaç sanayinde üretilen basit ve organik siyanür bileşiklerinin pesti sit olarak kullanılması ve hastanelerde cerrahi aletlerin dezenfeksiyonunda kullanılan inorganik basit siyanürlerin verilmesi ile oluşan siyanür atıkları
Siyanürün toksisitesi, sıcaklıkla orantılı olarak yükselmekte, her 10 C sıcaklık artışı için, öldürücü etki 2 3 kat artmaktadır. Ayrıca çözünmüş oksijenin düşük seviyede bulunması zehirliliği artıran bir diğer unsurdur. Siyanür kandaki oksijenin dokulara transferini, dolayısıyla sitokrom oksidaz sistemini engellemektedir.
İnsan sağlığı açısından ele alınacak olursa, besinlerle az da olsa bir miktar siyanür bünyeye alınmaktadır. İçme suyu yoluyla, günde 4.7 mg siyanür alınması zararlı etki göstermemektedir.
Siyanürün insanlar üzerinde akut ağızdan zehirleyici miktarları tam olarak belirlenememekle beraber, ağızdan alınan ölümcül toksisite miktarları hakkında yayınlanmış bazı tahminler Tablo 4,6’da verilmiştir (Güven, 1991). İşleri nedeniyle devamlı düşük dozda siyanüre maruz kalan işçiler üzerinde yapılan vaka ve epidemiyolojik incelemeler bu kişilerin genel bir hastalık hali hissettiklerini, başağrısı, güçsüzlük baş dönmesi, burun, göz, ve boğaz irritasyonu ve bazen tiroid bezinde büyüme olduğunu göstermektedir.
Siyanür teknesinin yanında çalışan 40 kişi 22 kontrol grubu ile karşılaştırılmış ve maddeyle temas eden grupta uykusuzluk, titreme, dermatit, burun kanaması ve baş dönmesi olayları iki kat daha fazla bulunmuştur (Güven, 1991).
Siyanürün toksik etkisi nedeniyle birçok ülke standartlarında yer almaktadır. Ülkemiz içme suyu standartlarında (TSE 266, 1997) maksimum siyanür konsantrasyonu içme sularında 0.5 mg/l olarak kabul edilmiş, kaynak sularında ise siyanür bulunmasına izin verilmemiştir. Sucul ortamda yapılan çalışmalarda 0.01 mg/l'nin üzerindeki siyanür konsantrasyonlarının toksik etki yaptığı gözlenmiştir. Canlılarda toksik etkiye dayanıklılığın ilkelden gelişmişe doğru arttığı izlenmiştir.
e) Ağır Metaller: Zehirli maddeler düşük konsantrasyonlarda bile insan sağlığı için zararlı olabilmektedir. Eser miktarlarda bile sakıncalı olabilen bu maddeler arasında en önemli grubu ağır metaller adı verilen antimuan, gümüş, arsenik, berilyum, bakır, kadmiyum, krom, kurşun, civa, nikel, selenyum, uranyum, vanadyum ve çinko gibi maddeler oluşturur.
Ağır metaller kalıcı kirleticiler olarak nitelendirilmektedir. Ağır metallerin yanı sıra kalıcı kirleticiler olarak nitelenen asbest gibi maddelerle radyoaktif maddeler, bir organizmadan diğerine besin zinciri yoluyla geçerek yüksek organizmalarda birikirler. Çevre sağlığı açısından yeni problemler getiren bu kirleticilerin giderek artan konsantrasyonlarda biriktirmesi olayına "biyolojik konsantrasyon" veya “biyolojik birikim” denilmektedir. Su ortamında yaşayan bir organizma için konsantrasyon faktörü (KF) aşağıdaki şekilde tariflenmektedir:
KF= Organizmadaki konsantrasyon / Su ortamındaki konsantrasyon
Konsantrasyon faktörüne birkaç örnek vermek gerekirse, tüm değerler balık için olmak üzere; kurşun için KF, 10 000, çinko için 100-500, mangan için 200-2000 dir. Böylece su ortamındaki 1 mg/l'lik kurşun konsantrasyonu, balıkta 10 000 mg/l'ye ulaşabilmektedir (Arceivala, 1978). Ağır metallerin insan vücudundaki en önemli etkileri toksik olmaları ve uzun vadede kanser yapmalarıdır.
Kurşun insan bünyesinde sürekli olarak biriktirilmektedir. Akut kurşun zehirlenmesi yorgunluk, gerginlik ve kansızlık gibi belirtiler vermekte, çocuklarda ise davranış değişikliklerine neden olmaktadır. Hayvanlar üzerinde yapılan deneyler kurşunun sinir sistemini ve üretim sistemini ve etkilediğini ortaya koymuştur. İçme suyu dağıtım şebekesinin kurşun olması durumunda suyun özelliğine de bağlı olarak kurşun suya geçmekte ve içme yoluyla insan bünyesine alınmaktadır. Doğal su ortamlarında çok küçük konsantrasyonlarda bulunan bu metal, sulara patlayıcı madde üretimi, fotoğrafçılık işlemleri ve boyalardan geçmekte ve kemik dokusunda birikerek kurşun zehirlenmesine yol açmaktadır.
Cıva bünyeye alındığı zaman böbrekleri ve sinir sistemini etkilemekte ve genel toksik etkilere ilaveten mutajenik etkilere neden olmaktadır.
Nikel ise diğer ağır metallere oranla daha az toksik olmasına karşılık bazı hayvan deneyleri bu maddenin kanserojen olduğunu göstermiştir. Tablo 4.7’de metallerin insan organizması üzerine etkileri özetlenmiştir.